Asker, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ilk
Cumhurbaşkanı, Türklerin babası, çağımızın en büyük lideri. Eşi görülmez
başarılara imza atmış, ülkesi için hayatı pahasına kahramanca savaşmış,
çökmüş bir imparatorluktan yeni, çağdaş ve dinamik bir ülke yaratmış,
bugün Türk halkının bir bayrak altında bağımsız şekilde yaşamasını
sağlamış ve turkiye’yi kurtarmıştır. Bayrağımızı ve topraklarımızı ona
ve komuta ettiği binlerce Mehmetçiğe borçlu olduğumuz için yediden
yetmişe şükran doluyuz. Zira Atatürk, kaderimizi değiştirmiş, boyunduruk
altında olmadan yaşamamız için bize bu ülkeyi bırakmıştır. Ülkemizin en
büyük tarihi sınavı olan kurtulus-savasi’nda Türk askerini komuta
etmiş, ekonomik ve askeri açıdan yokluk sınırında olan ülkemizi azmi,
sabrı, çalışkanlığı ve dehası sayesinde tek vücut haline getirip,
bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ülkemizin geleceğini her şeyin üstünde
tutmuş, inkılâpları ve ilkeleriyle bugün Türkiye’nin çağdaş milletler
içinde hak ettiği yerde olmasını sağlamıştır. Arkasında çok daha iyi bir
Türkiye ve dünya bırakarak hayata gözlerini yummuş olan Atatürk, hiç
kuşkusuz Türklerin en büyük şansıdır. Hayatı boyunca sevilen, tevazusu,
hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, entelektüelliği, hümanizmi,
görgüsü, karizması ve eşsiz özellikleriyle dünyanın da hayran olduğu
Atatürk, savaş yerine barışa, ayrılık yerine birlik ve beraberliğe sahip
çıkmış, Türk bayrağı altındaki herkese ve tüm dünyaya şu önemli mesajı
vermiştir: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”
Atatürk, Türk’ ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür.
Atatürk’ün Kökenleri
Cumhuriyetimizin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı
Atatürk’ün kökenleri Karaman Beyliği’ne uzanmaktadır. Babasının ailesi,
anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynamış olan “Kızıl-Oğuz” ya da
“Kocacık Yörükleri” denilen Türkmenlerden geliyordu. Fatih Sultan
Mehmed’in padişahlığı döneminde parçalanan Karaman Beyliği’nin Yörük
aşiretlerindendiler ve Karaman’ın Taşkale Köyü’nden Rumeli’ye göç
ettirilmişlerdi. Atatürk’ün büyük dedesi olan Kırmızı Hafız Efendi, anne
tarafından “Gulalar” baba tarafındansa “Pınarlar” olarak anılan
ailelerin mensubuydu. 1850 yılında, Hafız Ahmet Efendi kardeşi Hafız
Mehmet Emin’le birlikte ticaret amacıyla Manastır şehrine gelmiş, daha
sonra da Selanik’e yerleşmişti.
Atatürk’ün anne tarafının kökenleriyse, Orta Anadolu’dan getirilerek
Batı Makedonya’nın Sarıgöl Bucağı’na yerleştirilen, daha sonra
Selanik’in Lankaza(Lagaza) bölgesine göç eden ve “Evlad-ı Fatihan”
olarak anılan yörüklere uzanıyordu. Atatürk’ün büyükannesinin adı Ayşe,
dedesi ise Sofi-Zade Feyzullah efendiydi, Hasan ve Hüseyin isimlerinde
iki çocukları vardı. Zübeyde Hanım’a döneminde kadınların okula gitmesi
yaygın olmadığı için, okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla
deniliyordu.
Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey, Manastır vilayetinin Debre-i Bala
sancağına bağlı Kocacık nahiyesinde doğdu. Ali Rıza Bey, bir süre
Selanik Evkaf kâtipliğinde bulunmuş, 1876 yılında Selanik Asakir-i
Milliye Taburu’nda birinci mülazım olarak görev almış, 1877’deki
Osmanlı-Rus Harbi’nde de savaşmış ve sonraları ticaret hayatına
atılmıştı. Gümrük Muhafaza Teşkilatı’nda memurluk yaparken Zübeyde
Hanım’la 1871 yılında evlenmelerine müteakip ilk çocukları Fatma dünyaya
geldi. Ardından Ahmet (1874), Ömer (1875), Mustafa (Kemal Atatürk)
(1881), Makbule (Boysan, Atadan) (1885) ve Naciye (1889) isimlerinde beş
çocukları daha oldu. Ancak Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer ise henüz
sekiz yaşlarındayken, o dönemde Rumeli’yi kasıp kavuran kuşpalazı
(difteri) salgınından hayatlarını kaybettiler.
(Yüzbaşı Bakir Tosun’un Tarihte Bozkır ve Çevresi Yelbeği adlı
çalışmasında, Atatürk’ün soy ağacı hakkında detaylı bilgilere yer
verilmiştir.)
Atatürk’ün Doğumu
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında, Selanik’in Koca Kasım Paşa
Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali
Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç
unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.
Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296
yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi
yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu
“Erbain Soğukları” sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin
23-aralik olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4-ocak
1881’i göstermektedir.
Selanik arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, Atatürk’ün
doğduğu ve şu anda müze olan ev, 1870 yılından önce Rodoslu hoca Hacı
Mehmed tarafından yaptırılmış, önce İbrahim Zühdü, daha sonra da
Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüm’e satılmıştı.
Ali Rıza Bey, babasının Subaşı Mahallesi’ndeki evinde eşi Zübeyde
Hanım ve çocuklarıyla birlikte 1878 yılına kadar ikamet etmiş, daha
sonra Atatürk’ün doğacağı evi kiralayıp yerleşmişti. 1880 yılında
belalısı bir Rum eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Bey’in hayatından
ümit kesildi. Sonradan yüksek bir haraç ödeyerek kurtuldu.
Atatürk’ün doğduğu ev, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, harem ve
selamlığı olan üç katlı, klasik bir evdi. Dönemin belgelerine göre, bir
bab fekani oda, bir divanhane, bir tahtessema, iki bab tahtani oda, bir
çeşme ve avludan oluşuyordu. Dış yüzeyi pembe boyalı olup, alt
pencerelerine emir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştı.
Atatürk evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya
gelmişti.
29-ekim 1933’te, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü dolayısıyla, Selanik
Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansı’nın bir hatırası
olarak, Atatürk’ün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine
mermer bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve
Fransızca olarak şu ifade yer aldı: “Türk milletinin büyük müceddidi ve
Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir.
İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle
konulmuştur.” Atatürk’ün doğduğu ev bugün Selanik’in Aya Dimitriya
Mahallesi’ndeki Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde 75 numaradadır,
bitişiğinde Türk Konsolosluğu vardır.
Atatürk’ün Çocukluğu ve Eğitimi
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride
halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde
büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla
övündüğünü ifade etmişlerdi. Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule
Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri
nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürk’ün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda
yer alan bilgiler sınırlıdır. Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi
konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere
bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde
Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk’ün dini
eksende eğitim veren Mahalle Mektebi’ne gitmesinde ısrarcı davranıyordu.
Aydın görüşlü olan Ali Rıza Bey’in tercihi ise yeni açılan ve döneme
göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulu’ndan
yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi
Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca
okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında
Selanik’te valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı
Şemsi Efendi’ye padişah nişanı vermişti.
Ali Rıza Bey’in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna
göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna
başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi
Efendi Okulu’nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim
metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası,
okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı.
Atatürk’ün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim
görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri
ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan
Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.
Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine
giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret
hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir
süre sonra hastalandı ve 1888’de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde
Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve
ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciye’ye
hamile olan Zübeyde Hanım, 1890’ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz
olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langaza’da tarım işiyle uğraşan
ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürk’ün kız
kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını
ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü
yaşayan Atatürk’ün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı
sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk doğayla iç
içe oldu, dayısına işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri arttı.
Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü
duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitim
yetersiz kalınca Zübeyde Hanım Atatürk’ü, iyi bir eğitim görmesini
sağlamak için halasının yanına, Selanik’e gönderdi.
Bu arada abisine daha fazla yük olmak istemeyen ve aldığı küçük
emekli aylığı ile geçinmekte zorluk çeken Zübeyde Hanım, Selanik
Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile evlendi. Ragıp Bey’in önceki
evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı
gösterilmediğini düşünen Atatürk’ü kızdırmıştı. Annesinin ikinci kez
evlenmesini içine sindiremeyen Atatürk, uzun süre annesini aramadı.
Ancak bu düş kırıklığı onun çalışma azmini arttırdı. Zira küçük yaşta
babasını kaybetmesi de onun kendi ayakları üstünde durma gücünü
kazanmasını ve hayatta başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağladı.
Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Mustafa Kemal ATATÜRK biyografisinde
konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmişti:
Zübeyde Hanım’ın Ragıp Bey ile ikinci bir evlilik yapması, ana ile
oğul arasında dikkatlerden kaçmayan bir sorun da yaratmıştı. Ragıp Bey,
Teselya Yenişehir’den Selanik’e göçmüştü. Eşini yitirmiş, dört çocuğuyla
dul kalmıştı. Süreyya ve Hakkı adlarında 2 oğlu ile birinin adı Rukiye
olan 2 kızı vardı. Zübeyde Hanım’la evlendiğinde Mustafa ve Makbule
kardeşler için psikolojik de olsa bir üvey baba ve üvey kardeşler sorunu
baş göstermişti. Makbule bu yeni hayata ayak uydurmakta gecikmemişti
ama Mustafa üvey babanın bulunduğu çatı altında oturmak istememişti.
Atatürk yaşamının sonlarında üvey babasından söz ederken “Bana karşı çok
saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir.” diye olumlu bir
görüş sergilemişti ama evden ayrılışını Afet İnan’a babasını yitiren bir
çocuğun isyanı olarak şöyle açıklamıştı: “Anamın böyle bir aile bağı
yapmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum isyandan ibaretti.
Selanik Askeri Rüştiyesi
Selanik’teki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisi’ne
kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafız’dan
sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu
derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği
komşularının oğlu Askeri Rüştiye’ye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker
olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik
Askeri Rüştiyesi’nin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan
Atatürk 1893’te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri
Rüştiyesi’nde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün
zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin de dikkatini
çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı
Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına “Bilgi ve erdem
bakımından olgunluk ve eksiksizlik” anlamına gelen Kemal ismini ekledi.
Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik
Askeri Rüştiyesi’ndeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin
mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle
görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra
şunları söyleyecekti;
Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi
veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin
üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum.
Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
turk-dil-kurumu Başuzmanı A.Dilaçar’ın, Atatürk’ün matematikteki
üstün başarısıyla ilgili olarak 10-kasim 1971 tarihli yazısında
belirttiğine göre, Atatürk ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, üçüncü
Türk Dil Kurultayı’ndan (24–31-agustos 1936) hemen sonra 1936–1937 yılı
kış aylarında kendi eliyle “Geometri” adlı bir kitap yazdı. Kitap,
matematik öğretmenleri ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması
amacıyla 1937 yılında Kültür Bakanlığı’nca yayınlanmıştı. Atatürk,
“Geometri” isimli yapıtında; Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap,
kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı,
taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen,
beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı,
eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayım gibi
geometri ve matematikle ilgili terimlerin isim babası oldu ve bu
terimleri Türk matematik bilimine kazandırdı.
Daha sonra ünlü bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı,
Atatürk’ün “Geometri” kitabı için “Küçük fakat anıtsal bir yapıt”
yorumunu yapacaktı. Yapıtında yer alan her tanımı, her kavramı tüm
öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatan Atatürk, bunları örneklerle
de açıklamıştı. Atatürk’ün türettiği matematik terimlerinin ve yaptığı
geometri tanımlarının hemen hemen tümü bugüne değin değişmeksizin
kullanıla gelmiştir. O’nun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan
küçük ölçüde değiştirilmiştir.
Atatürk, 1898’de Selanik Askeri Rüştiyesi’nden üstün başarıyla mezun
oldu. Artık askerî idadide (lise) öğrenimine devam etmesi gereken
Atatürk, Selanik’ten İstanbul’a gelmeyi düşünüyordu. Ancak sınav
mümeyyizlerinden Hasan Bey’in tavsiyesiyle Manastır şehrindeki Manastır
Askerî İdadisi’ne yazıldı.
Manastır Askerî İdadisi
Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, yeni fikirlere açık
bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik
yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir
vizyon kazandı.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer
Naci, Atatürk’ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet
sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal’den ve
eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey,
Atatürk’ün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik
mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için
hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti.
Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:
Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti
unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi. Teneffüs
zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, “Bu
kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye müsabaka ve
münakaşalar tertip ediyorduk.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürk’le
yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir
kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı
için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer
derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde
gittiği Selanik’te College des Frères de la Salle’in özel kurslarına
devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyar’ın da
desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi
filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem
ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker,
Salih Bozok ve Fuat Bulca’yla da tanıştı. Atatürk’ü en çok etkileyen
derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik
Bey (5. Dönem diyarbakir Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu
ile Atatürk’e yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı
boyunca devam etti.
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında Atatürk’ü en çok
etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu’nun
savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında
zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle
dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde
bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz
vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürk’ün bu özelliği hayatı
boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisi’nin en parlak
öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın
çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda
1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik
sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.
Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama
kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti.
İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren,
ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz,
seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli
olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça
başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya
ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.
İstanbul Harp Okulu ve Akademisi
Atatürk, İstanbul’a gelerek 13-mart 1899’da Harp Okulu’ndaki
eğitimine başladı. Apolet numarası 1283’tü. Okula başladıktan 2 ay sonra
arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost
kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz’le tanıştı.
Harp Okulu’ndaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği
İstanbul’un çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını
başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata
vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü
sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp
Okulu’nda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına
ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta
459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak
kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)’di.
Mustafa Kemal 10-ocak 1902’de teğmen rütbesi ile Harp Akademisi’nde
öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle
birlikte 43 öğrenci vardı.
Mustafa Kemal Harp Akademisi’nde iken onun üstün niteliklerini ilk
keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail
Fazıl Paşa’nın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürk’le konuşup
şunları söylemişti;
Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni
takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen
bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata
atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği
üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sen de
memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde
gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah
yanılmamış olurum.
Gelecek günler Osman Nizami Paşa’nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Harp Akademisi’nin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve
seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüz’e göre, Atatürk
Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde
paris’teki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve
arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye
Okulu’nda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan
öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin
kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu
fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını
isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete
hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az
kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu.
Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi
(Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki
keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis
ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye
dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.
Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa
tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir
gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı.
Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat
Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak
gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele
verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay
hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar.
Mustafa Kemal 11-ocak 1905’te üç yıllık notlarının toplamına göre
akademiyi beşinci olarak bitirdi. Atatürk, Harp Akademisi yıllarını
yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal’in düşüncelerini izleyip,
bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil,
şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık
olunmayan konularla ilgilendi.
İlk Askeri Tecrübeler
Atatürk ilk görevi için sam’a gönderildi. 1905–1907 yılları arasında
Şam’da 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29.
süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Bey’le ev tutup
birlikte yaşamaya başladı. Kılıç Ali, o dönemle ilgili bir durumu daha
sonra şu şekilde anlatacaktı;
… Aradan bir müddet geçtikten sonra, günün birinde kumanda etmekte
oldukları bölüklerinin alaylarıyla birlikte vazife alarak Havran
havalisine hareket etmek üzere olduklarını haber alınca her ikisi de
hayretler içinde kalmışlar. Kendilerine haber vermeksizin kıtalarının
hareket etmiş olmalarına hiçbir mana verememişler. Bu vaziyet karşısında
Mustafa Kemal fena halde sinirlenmiş. Kendilerine karşı lakaydi
gösteren kıtalarının kumandanına yaptığı şikâyetten bir netice
alamayınca doğrudan doğruya ordu kumandanına şikâyete karar vermiş.
Fakat bu sefer de ordu kumandanından beklediği hassasiyeti görememiş.
Bunun üzerine işi enerjisiyle halletmeye karar vererek harekete geçmiş
ve arkadaşı Lütfi Müfit Bey’e de kendisini takip etmesini istemiş.
Kumandanların istihfaf ve istememelerine rağmen onlar da bu harekâta
iştirak etmişler. Meğer süvari kıtasının aldığı vazife aynı zamanda on
senelik verginin tahsiliymiş. Atatürk, bu vergi tahsilâtı esnasında
köylülerin çektikleri zahmetleri, uğradıkları mezalimi ve o sırada
yapılan suiistimalleri nefretle anlatıyor ve kıtanın aldığı vazifeyi
“haydutluk” diye tavsif buyuruyordu. Bir gün alay zabitlerinden biri
Lütfi Müfit Bey’e yapılan yolsuzluklara göz yumması için altın para
teklif etmiş. Müfit bey bu teklifi reddetmekle beraber Mustafa Kemal
Bey’i de haberdar etmiş. Mustafa Kemal, Müfit Bey sormuş: “Müfit, sen
bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?”Müfit bey derhal bu
suale: “Elbette yarının adamı olmak isterim” diye yanıt vermiş. Müfit
Bey’in bu cevabı o zaman Atatürk’ün o kadar hoşuna gitmiş ki, bunu daima
anlatırlar ve: “Elbette o teklif edilen parayı alamazdı ve almadı.
Çünkü o, bugünün adamı değil yarının adamı olmak istiyordu” diye Müfit
Bey’e iltifatta bulunurlardı.
Kılıç Ali’nin anlattığı bu önemli durum, Atatürk’ün rüşvete ne kadar
karşı olduğunu, her daim dürüstlüğü ön planda tuttuğunu, haksızlığa
gelemediğini ve kafasının ülkesinin geleceğinde olduğunu göstermekteydi.
Rüşvet olayını namus meselesi olarak görmesinin ötesinde, bunu tarih ve
gelecek bilinci içinde değerlendirmekteydi.
Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şam’daki görevini 1907′de
Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastır’da III.
Ordu’ya atandı ve 19-nisan 1909′da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda
Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında fransa’ya gönderilen
Atatürk, Picardie Manevraları’na katıldı.
Komutanlık Dönemi (1911 – 1919)
1911’de, İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan Trablusgarp
Savaşı’nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne
bölgesinde görev aldı. 22-aralik 1911′de İtalyanlara karşı Tobruk
Savaşı’nı kazandıktan sonra 6-mart 1912′de Derne Komutanlığı’na
getirildi.
Ekim 1912′de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve
Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirne’nin geri
alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe
Militerliği’ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk
aşkını Sofya’da bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve osmanli-imparatorlugu da
savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümen’i kurmak üzere
Tekirdağ’da görevlendirildi. 18-mart 1915′te canakkale-bogazi’nı geçmeye
kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu
Yarımadası’na asker çıkarmaya karar verdiler. 25-nisan 1915′te
Arıburnu’na çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini,
Atatürk’ün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırı’nda durdurdu.
Çanakkale’de kahramanca savaşan Atatürk, “Çanakkale geçilmez!” sözünün
de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.
İngilizler 6–7-agustos 1915′te Arıburnu’nda tekrar taarruza
geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10-agustos’ta komuta
ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferi’ni kazandı. Bu zaferi
17-agustos’taki Kireçtepe ve 21-agustos’taki II. Anafartalar Zaferi
takip etti.
Atatürk, Çanakkale Savaşları’ndan sonra 1916′da Edirne ve
Diyarbakır’da görev aldı. 1-nisan 1916′da tümgeneralliğe yükseldi ve
Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve
Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917′de İstanbul’a giden
Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede
incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, viyana’ya ve
Karisbad’a giderek tedavi oldu. Atatürk, 15-agustos 1918′de Halep’e 7.
Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı
kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün
sonra, 31-ekim 1918′de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi
ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13-kasim 1918′de
İstanbul’a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 – 1923)
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin anadolu’yu işgal
etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19-mayis
1919′da Samsun’a çıktı. 22-haziran 1919′da Amasya’da yayımladığı
genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının
kurtaracağını” ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’ne
başkanlık etti. 23-temmuz – 7-agustos 1919 tarihleri arasında toplanan
Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye
lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal
kurtuluş ordusu anlamına geliyordu. Atatürk’ün Kuvayi Milliye tanımı şu
şekildeydi:
Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve
askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak,
ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı.
Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel
görevlerini yapamıyorlardı. yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın
birincisi olan ordu da ordu adını korumakla birlikte, elbette temel
görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu
savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek,
doğrudan, doğruya ulusun kendisine kalıyordu… İşte buna Kuvayi Milliye
diyoruz.
Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus
cüzdanını verecek olan Erzurum’un manevi hemşerisi seçildi. 4 –
11-eylul 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın
kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27-aralik
1919′da Ankara’da heyecanla karşılanan Atatürk, 23-nisan 1920′de
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek
turkiye-buyuk-millet-meclisi’ni açtı. tbmm, ulusal kuvvetlerin tek
merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda çok
önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet
Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi,
kurtulus-savasi’nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul
edip uygulamaya başladı. 15-mayis 1919′da Yunanlılar izmir’i işgali
etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin
tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10-agustos 1920
tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu’nu
aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı
önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak
işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli
bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu
kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle
sonuçlandı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önemli aşamaları ise şöyleydi:
•Sarıkamış (20-eylul 1920), Kars (30-ekim 1920) ve Gümrü’nün (7-kasim 1920) kurtarılışı
•cukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 – 10-ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23-mart – 1-nisan 1921)
•Kütahya-eskisehir Muharebeleri (10 – 24-temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23-agustos – 13-eylul 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26-agustos – 9-eylul 1922)
•cukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 – 10-ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23-mart – 1-nisan 1921)
•Kütahya-eskisehir Muharebeleri (10 – 24-temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23-agustos – 13-eylul 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26-agustos – 9-eylul 1922)
Sakarya Zaferi’nden sonra 19 Eylül 1921′de Türkiye Büyük Millet
Meclisi, Atatürk’e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş
Savaşı, 24-temmuz 1923′te isvicre’nin Lozan kentinde imzalanan Lozan
Antlaşması’yla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten
kalktı ve Türkiye Cumhuriyet’i Lozan Antlaşması temelleri üzerine
kuruldu. new-york-times Kurtuluş Savaşı’nı kazanmamız, bağımsızlığımıza
kavuşmamız ve Lozan Antlaşması’nın başarısı üzerine şunları yazacaktı:
Lozan’ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya’nın Avrupa’ya karşı kazandığı ilk zafer.
23 Nisan 1920′de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş
Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu
hızlandırdı ve 1-kasim 1922′de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı.
Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3-mart 1924)
kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923′te başlattığı kurtuluş mücadelesini
siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiye’nin ilk partisi olan daha
sonradan adı cumhuriyet-halk-partisi olacak Halk Fırkası’nı kurdu.
29-ekim 1923′te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi
ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30-ekim 1923
tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk hükümeti
kuruldu.
Cumhurbaşkanlık Dönemi (1923–1938)
Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört
yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935
yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından
cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 15–20-ekim 1927 tarihleri arasında
Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan büyük yapıtı
nutuk’u (Söylev), 29-ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku’nu okudu.
Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini
anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında
yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye
için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
2587 sayılı kanunla 24-kasim 1934 tarihinde ülke için yaptıkları,
kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa
Kemal’e Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930′lu yıllarda eski Yunan
başbakanı Venizelos tarafından nobel-baris-odulu’ne aday gösterildi.
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir
mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına
gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına
verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin
üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum
olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku
dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden
dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu
bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden
bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar
ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken
ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan
düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un anılarında
dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve
Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek
rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de avusturya’da Karlsbad
kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da
böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga
kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında,
Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli
tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı
sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça
sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor
koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu
zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından
itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini
göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem
vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici
tedbirlerle yetinmişti.
Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları
Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22-ocak 1938’de Dr. Belger kendisini
muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu.
Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı
için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp’in
teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir
perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1-subat’ta Gemlik Suni İpek
Fabrikası’nı, 2-subat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti.
Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi
gün dolmabahce-sarayi’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak
on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25-subat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına
katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu
çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması
üzerine, 6-mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon
yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet
edildi. 28-mart 1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in
Atatürk’e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama
bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım
edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen
Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün hastalığı
ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger’in
muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek bir durum
olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve
özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın
Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu.
Türkiye’nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20-mayis’ta
Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24-mayis’ta
Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak ankara’ya döndüğünde
bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26-mayis’ta
İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir
daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit
edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de
dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı
Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat
araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü
inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader
tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı
döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde
İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca
kabine toplantıları düzenledi, romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere
önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29-mayis’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı
görülen Atatürk, 1-haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25-temmuz 1938’e
kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta
olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8-temmuz’da Prof. Fiessinger 2.
defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger’ın mutlak
istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9-temmuz’da Savarona’da Bakanlar
Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16-temmuz’da 3. defa
İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü
ve Atatürk, 24/25-temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi’nda Başbakanını,
Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini
sürekli olarak izliyordu. 3-eylul 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu
“Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı
gittikçe bozulan Atatürk, 5-eylul’de vasiyetini yazdı. 6-eylul’de Prof.
Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında
toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda
kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve
yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda
yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi.
16-ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19-ekim’e kadar sürdü.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23-ekim gününe kadar sabah ve akşam
günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı.
20-ekim’de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15.
yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya
gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı
orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle
beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının
ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü
tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır
olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
1-kasim 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün
yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6-kasim
tarihinde görüştü. 7-kasim’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su
alındıktan sonra 8-kasim’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat
19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreterliği 9-kasim 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî
durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
10-kasim Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir
yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan
hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
…Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti.
Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin
taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet
Türkiyesidir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her
vakit Türk Milletine güvendi… Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini
ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan
Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal
Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır…
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara
yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu, 16-kasim’da Dolmabahçe
Sarayı’nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı.
Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını,
bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19-kasim’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün
tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer
torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101
tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit’te özel
trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren,
20-kasim günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet
erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini,
101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de
hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve
askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta
Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün
naaşı 21-kasim’da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi’nde
hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara
çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık
bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin
ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın
sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen
temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar
arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve
herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez
acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin
acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11-kasim’da oy birliği
ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21-kasim 1938 tarihli bir
bildiri ile dile getirmişti:
…Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet
edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan
sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile
beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz…
Atatürk’ ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici
kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953′ te büyük bir merasimle, ebedi istirahat
yeri olan Anıtkabir’ e nakledildi. O, Türk’ ün tarihinde ve gönlünde
ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş
kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak
başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir
toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten
değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi
olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en
büyük liderleri arasında sayacaktır.
Atatürk’ün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve
biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman
asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki
üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı.
Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman,
eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün
özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm
sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler, akılcı
ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan
hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe,
sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan
öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını
oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu
özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuk’u
yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak
okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt “Türk Milleti’nin gece bekçisi”
ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok
çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev
aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu
için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda
kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları
söylüyordu:
Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi
isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp
kalıyordu. Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte
ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor,
fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini
tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda,
yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün
çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını
sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl
çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları
sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi
şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev
belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya
da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence
anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti,
konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye kalkıp
giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi
bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair
yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz,
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağı, Kral Edward’ın Madam Simpson için
tahtından ayrılacağı, Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği,
Majino Hattı’nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı
hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde
belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker’in amerika’yla
ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika
Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse,
diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için
de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı
takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka,
Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet
olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki
bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl
görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı’na Rauf Bey
yerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı
tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer
yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken
olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve
önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe
hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça
uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik
davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri
görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle
dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça
başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi
binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini
bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip
diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera
bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan
Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında
japonya’nın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan
Atatürk’ün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten
Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da
okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı.
Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını
bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi kendine hayran
bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan
Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu
bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira
diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi
kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek,
yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti.
Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı
olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar
savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve
siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini
çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili
varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride
kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri
bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan
arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi
ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu
sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı.
İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça
hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da
iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi
ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp
zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında
Padişah’a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem’e son dakikaya kadar tahammül
etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu
özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir
kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları
unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan
karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını
taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş
sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki
bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin
bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık
uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça
yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve
güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı
dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı,
etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu
söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz
hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir
ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile
birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden
masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir
çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam
taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten
önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik
bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi
iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde,
köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol
açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe
lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı
şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli
seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında
birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur
davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile
birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı.
Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari
bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş,
onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu
yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.
Mahmut Yesari’nin ağzından Atatürk’ün cesareti:
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkale’de Anafartalar grubu
komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı,
maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda
eden bir “Bey”di. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da
görmüştüm. Enver Paşa’nın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben
lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir
komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkale’de çarpışan Türk kuvvetlerinin
başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl
erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire
yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi
dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. “O”, sipere bir salona
giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol
gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan
beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat “O”,
boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur,
siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. “Düşman siperlerine
bakmak!” Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. “O”,
bu “Göz açtırmayan” ateşe “Gözlerini kırpmadan” bakardı. “O”nu ben ilk
defa “Korku bilmeyen adam” olarak tanıdım.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox’a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir’in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane’ydi.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox’a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir’in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane’ydi.
Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade
ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan
oguzlara ithaf ettiği “Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;
Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
Hakikat nerede?
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine
devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin
sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi.
Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, modern
tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca
ve Almanca biliyordu.
Atatürk, 1915–1937 yılları arasında birçok kez İstanbul’daki Pera
Palas Oteli’nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’un
işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal
kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas’ ın birinci
katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla
buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye
Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda
1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban’ ın büyük yardımlarıyla
bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.
Atatürk’ün Özel Hayatı
11-eylul 1922’de, Türk ordusunun İzmir’e girişinin ikinci gününde
Atatürk’ün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her
gün karargâha gidiyor, ancak Atatürk’le görüştürülmüyordu. Bir gün,
nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım,
Atatürk’le konuşma fırsatı bulmuştu.
O dönemde İzmir’de birçok yangın çıktığı için Atatürk’e, daha güvenli
olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepe’deki köşküne
taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürk’ü 20 gün köşklerinde
ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da
haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı
süre içinde Atatürk’e âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile
getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürk’ün
yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.
1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizade
(sonra Uşşaklı) Muammer Bey’in kızıydı. İzmir Lisesi’ni bitirdikten
sonra, Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk okumuştu. Londra’da
dil öğrenimi gördükten sonra kurtulus-savasi henüz bitmeden İzmir’e
ailesinin yanına dönmüştü.
Atatürk, Latife Hanım’ın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti.
Ancak Atatürk’ün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan Fikriye Hanım
vardı. Atatürk ve Fikriye’nin yolları Zübeyde Hanım’ın ikinci evliliği
nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürk’ün üvey babası Ragıp Bey’in
kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı
olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile
tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp
boşanmış, ardından İstanbul’ a dönerek Zübeyde Hanımların evine
yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye’ yi çok sevmesine rağmen, Atatürk’ün
kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.
Atatürk’ten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen
Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ü yalnız bırakmamış,
ona bakmış, Çankaya’da birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye’ yi
örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk’ ün günlük işlerine
yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı.
Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürk’e hizmet etse de, tüm bu
işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim
Fikriye Hanım’dı. Ankara’ya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm
Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar
odasında çalışan Atatürk’ ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan
Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok
daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanım’ı, ortadan az uzun, ince, kara
kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım
olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:
Şahsi kanaatim, resimlerinden gördüğüm kadarıyla oldukça güzel ve
tutkulu bir kadın. Sanki içime yay veya boğa burcuymuş gibi bir his
doğuyor.
Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmir’e girişinden dolayı yapılan
kutlamalar için İzmir’e gittiğinde Latife Hanım’la tanışmıştı. Fikriye
Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanım’ı aynı karede gördüğünde onun
için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele
yıllarında Çankaya’da geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanım’la
Atatürk’ün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem
olacaktı.
Atatürk Fikriye Hanım’ın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için munih’teki bir sanatoryuma gönderdi.
Bu arada Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri
yaşıyordu. Tedavi için İzmir’e giden ve Latife Hanımların köşkünde
ağırlanan Zübeyde Hanım, 14-ocak 1923’te hayata gözlerini yumdu.
Annesinin ölümü üzerine İzmir’e giden Atatürk, Latife Hanım’la 29-ocak
1923’te Muammer Bey’in evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal
Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir Atatürk’ün, Mustafa Abdülhalik Renda
ile Salih Bozok ise Latife Hanım’ın tanıklarıydı.
Evlilik haberini Almanya’da, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye
Hanım, Münih’ten Çankaya’ya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı
biçimde sonuçlanacaktı. Atatürk’ü görmek için köşke geldiğinde Latife
Hanım’la Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürk’e Fikriye Hanım’ın köşke
geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek
Fikriye Hanım’ın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz
etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine
hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili
farklı spekülasyonlar vardı.
Fikriye’nin Atatürk’e duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna
nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de “sırlarla” dolu oldu. Zira ölüm
nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan
görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memleket’e yetiştirilen
Fikriye’nin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.
Fikriye Hanım’ın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:
Anlatıldığına göre, halamı faytonun içinde sırtından vurulmuş olarak
buluyorlar. Babam Enver Bey, o gün halamın ölümünden haberdar edilmiyor.
Ertesi sabah sivil polisler Çankaya’dan gelen şifahi bir emirle babamı
Ankara’ya götürüyorlar. Babamın ısrarlarına rağmen halamın cesedi
kendisine gösterilmiyor. Mezkûr tabanca dâhil merhumenin bütün şahsi
eşyalarına el konuluyor. Bunun üzerine babam bir arkadaşıyla beraber
halamın o gece kaldığı hastaneyi araştırıyor. Cinayet günü halamla aynı
hastanede kalan bazı hastaların isim ve adreslerini tespit ediyorlar. Bu
hastalardan biri Polatlı Çoban Hüseyin’miş. Hadise günü üst kat
tamamıyla boşaltılırken, onu baygın zannedip başka koğuşa nakletmişler.
Babamlar bu çobanı daha sonra köyünde bulmuşlar ve o gece ne olduğunu
sormuşlar. Çoban Hüseyin aynen şunu söylemiş: ‘O gece bir avrat
getirdiler. Sabahlara kadar avazı dinmedi “Alçaklar, katiller, vurdular
beni” diye bağırıyordu. Halam ertesi gün ölmüş.
18-temmuz 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nde Fikriye Hanım’ın mezarının
nerede olduğuna dair bir haber yer aldı. Fikriye Hanım’ın 82 yıllık
“Mezar sırrını” Salih Bozok’un aile dostu olan araştırmacı Eriş Ülger
açıkladı:
Fikriye’nin mezarı Köşk’e çıkarken sol tarafta, bugünkü Kuğulu Park civarında, küçük bir mezarlıkta.
Fikriye Hanım’ın ölümü Atatürk’ü derinden sarstı. Salih Bozok’ un
anlattığına göre, Atatürk bir gün eşi Latife Hanım’ a yanlışlıkla
“Fikriye” diye hitap etmiş, bu yüzden Atatürk ile Latife Hanım’ın arası
uzun süre bozulmuştu.
Evlilikleri boyunca birçok yurt gezisinde Atatürk’e eşlik eden Latife
Hanım, modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlendi.
Atatürk’ün isteği üzerine meclisteki oturumları izlemeye giden Latife
Hanım, TBMM’ye giren ilk Türk kadını oldu. Her önemli toplantıda
bulunmuş ve askeri manevralara katılmış olan, Atatürk’le en hayati
konuları dahi tartışabilen Latife Hanım’a Atatürk büyük saygı duyuyordu.
Ancak Latife Hanım, evlendikten sonra oldukça hırçınlaşmıştı. 2 yıl
süren evlilikleri boyunca Latife Hanım hırçınlığıyla Atatürk’ü yıprattı.
Evlendiklerinde Cumhuriyet henüz yeni kurulmuştu, Atatürk’ün
sorumlulukları büyüktü, ancak Latife Hanım ona destek olmaktan çok sorun
çıkarıyordu. Bunda genç yaşta olmasının da etkisi vardı.
Birçok şiddetli gerginlik yaşadıktan sonra Atatürk iki defa Latife
Hanım’dan ayrılmak istemiş, ancak Latife Hanım, Salih Bozok’tan
arabuluculuk yapmasını istemiş ve araları yumuşamış, en sonunda 1925
yazında Doğu Anadolu gezisindeki tatsız tartışmadan sonra boşanmaya
karar vermişlerdi.
5-agustos 1925 tarihinde resmen ayrıldıklarında boşanma haberi
radyoda yayınlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu. Latife Hanım
boşanmayı kabullenememiş, Atatürk’le barışıp yeniden beraber olmayı ümit
etmişti.
Ölümüne kadar Atatürk’le olan evliliği hakkında konuşmayı ya da
yazmayı kesinlikle kabul etmeyen Latife Hanım, 12-temmuz 1975’te
İstanbul’da hayatını kaybetti ve Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile
mezarlığına gömüldü.
Atatürk’ün özel hayatıyla ilgili olarak en yakın arkadaşlarından ve
aynı zamanda başyaverlerinden olan Salih Bozok, “Atatürk, Latife ve
Fikriye İki Aşk Arasında” kitabını yazdı. Kitap, Atatürk’ün hayatındaki
iki önemli kadın ekseninde geçen olayları anlatıyordu ve hiçbir yerde
yayınlanmamış anılara, Atatürk’ün özel hayatından bilinmeyen kesitlere
yer veriyordu.
İstiklal Mahkemeleri Üç Aliler Divanı’nın üyesi, Atatürk’ün silah
arkadaşı ve sırdaşı Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç kendisiyle
11-agustos 2006 tarihinde yapılan röportajda, Atatürk’ün Latife Hanım’la
olan evliliği hakkında açıklamalarda bulundu. Altemur Kılıç, amcası
Muzaffer Kılıç’ın Atatürk’ün yaveri; annesiyle halalarının Çankaya
yıllarında Latife Hanım’ın yakın dostları olması sebebiyle tarihsel bir
takım gerçeklere vakıftı.
Adı Latife Hanım Tarafından Konulan Altemur Kılıç’la Yeni Şafak Gazetesi Tarafından Yapılan Röportaj:
*Latife Hanım ile Atatürk’ün boşanma nedeniyle ilgili bizden farklı bir şey biliyor musunuz?
Atatürk başlangıçta beğenmiş Latife Hanım’ı, uyuşmuşlar. Gelecekteki
aydın Türk kadınının modeli olacağını düşünmüş, bunun için evlenmek
istemiş. Kadınlara laf etmek istemem ama Latife Hanım daha sonra biraz
ne oldum delisi olmuş. Hırçınlaşmış. Atatürk’le mücadeleye girmiş.
*Bunlar babanızın anılarında var. Halalarınızdan ve annenizden ne duydunuz?
Şöyle derlerdi: Latife Hanım iyiydi, severdik. Ama konumunu
hazmedemedi. Atatürk’e herkesin yanında “Kemal” derdi. Ayrıldıkları gün
çıkan tartışma da şöyle olmuş mesela: Atatürk kapıdaki nöbetçiyle
sohbete dalmış. Latife dehşetli kızmış. Bir nöbetçiyle nasıl böyle
konuşur, diye. Atatürk askerdi fakat hoyrat değildi. Paris, Sofya
görmüş, Fransızca bilen ince bir adamdı. Latife Hanım onu terbiye
etmeye, kendine uydurmaya kalkmış.
*Atatürk’ün sofra sohbetlerinin çok uzaması ve Latife Hanım’ın bunu engellemeye çalışması da ayrılış nedeni olarak gösterilir?
Atatürk arkadaşlarıyla sohbeti severdi. Latife Hanım onu boğduğu, hoyratlık yaptığı için mutsuz oldu Atatürk.
*Atatürk’ün boşanarak arkadaşlarını eşine tercih ettiği de söylenir.
Atatürk hayat tarzının değiştirilmesinden rahatsız oldu. Latife Hanım’da istediğini bulamadı.
*Latife Hanım, Atatürk’e söz verdiği için hiç konuşmamış. Babanız da
anılarında “Bildiklerim benimle mezara gidecek” diyor. Neden bu kadar
ısrarla susuluyor?
Ben bunları tahmin etmiş gibi “İleride Atatürk ile ilgili dedikodular
çıkaracaklar, anlatın da ben bileyim hiç olmazsa” dedim babama. Bana
gözlerini açarak öyle bir baktı ki neredeyse dövecekti. “Ben” dedi
“Devlet sırlarını da Atatürk’ün özel sırlarını da kimseye anlatmaya
mezun değilim. Sana da anlatmam”
*Hiç mi bir şey anlatmadı?
Babam Atatürk’ün özel hayatını bilecek kadar yakınındaydı. Ama özelini, devlet sırlarını söylememesi çok normal.
*Devlet sırrı Atatürk’ün asker ve devlet adamlığıyla, diğeri
Atatürk’ün insan yüzüyle ilgili. Söylediklerinizden gizlenmesi gereken
bir şeylerin gizlendiğini mi anlamalıyız?
Gizlenmesi gereken bir şey değil. Herhangi bir şey. Ben en yakın
arkadaşımın sırrını da açıklamam. Değil ki Atatürk gibi bir adamınkini
açıklayayım. Latife Hanım’ın kasası açılsın deniyor. Biz bunca yıl sonra
Atatürk’ü Latife Hanım’ın evrakından tanıyıp, onun kötü adam olduğuna
karar vereceksek o başka. Niye kötü adam olsun ki! O evrak cumhuriyetin
kurucusu olsa bile mutluluğu, üzüntüsü, zaafları, heyecanları,
pişmanlıkları ile bir insanı tanıtacak bize. Atatürk hiçbir zaman put
olmak istemedi. Anlattıklarımız kıymetli ise, işte anlatıyorum. Ama
babamın dediği gibi, farklı bir bilgiyi benden istemeye kimsenin hakkı
yok.
*Bu, bir şeyler bilip de gizlediğiniz anlamına mı geliyor?
(Düşünüyor.) Olabilir. Duyup bildiğim şeyler var ama prensip olarak anlatmam. Ölünceye kadar saklarım. Esrarengizlik değil bu.
*Latife Hanım’ın kasasının açılmasına niçin karşısınız?
Latife Hanım isteseydi bunu kendisi yapardı. Onun ölümüne yakın bir
vakitte kimi notlarını yaktığı biliniyor. Dolayısıyla yakmadıkları
görülebileceğini, bildiği, hatta görülmesini istediği şeyler olabilir.
Atatürk’ü kötülemek isteyenler öküz altında buzağı arayacaklar. Başka
faydası olmaz.
*Latife Hanım ayrılış nedeni olarak bir “yılan”dan bahsediyor.
Babanız da Latife Hanım’ın Atatürk’ü arkadaşlarından ayırmaya
çalıştığını söylüyor. Kızgınlığı fark ediliyor. Bu “yılan” babanız Kılıç
Ali olabilir mi?
Değildir herhalde. Yıllar sonra Latife Hanım’a gittim sordum; babama,
amcama kızgınlığınız var mı, diye. “Katiyen” dedi. Latife Hanım’ın
onlara kızgınlığının nedeni şu olabilir: Fikriye Hanım Çankaya’ya
gelince Latife Hanım “Kovun bu kadını” diyor. Amcam da “Hanımefendi, bu
kadın zor günlerde bizim çamaşırlarımızı yıkadı, kovamam” diye
dikleniyor. Bunun için babama da, amcama da kızıyor Latife Hanım.
*Bir anınızı anlatır mısınız?
Florya’daydık. Ülkü’yle denize giriyorduk. Atatürk de evin önündeki
masada oturuyor. Bize seslendi “Çok kaldınız üşüdünüz, artık çıkın”
dedi. Çıktık merdivenden. İkimizin de elinden tuttu. Havlularımızı verdi
arkamıza. Dondurma yer misiniz, diye sordu. Frambuazlı dondurma vardı.
Ne vakit frambuazlı dondurma yesem burnumun direği sızlıyor. (ağlıyor)
Atatürk’ü bir daha görmedim. Arkasında ekoseli bir süveteri vardı.
Saçları önüne düşmüş. Biz canı sıkkın zannettik. Meğer hastaymış. Hâlâ
içim acıyor.
Çocukları çok seven Atatürk, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü
Adatepe, Nebile, Rukiye, Zehra ve Mustafa isimlerinde 8 çocuğu manevî
evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları ise himayesine aldı.
Onlara iyi bir gelecek hazırlayan Atatürk, mirasından çocuklarına da pay
ayırdı.
Ülkü Adatepe, Atatürk’le aynı çatı altında tam 5 yıl yaşamıştı.
Kendisiyle yapılan bir röportajda manevi babasıyla ilgili olarak çok
özel açıklamalarda bulundu.
Atatürk’ün Manevi Kızı Ülkü Adatepe’yle Yapılmış Olan Röportaj
Ata’nın Fikriye ile ilişkisi gerçek bir aşktı. Bunu da herkes
biliyordu, Latife Hanım çok hırçın ve sinir hastasıydı. Zübeyde Hanım da
Atatürk’ün yakın çevresi de Latife Hanım’ı hiç sevmemişti…
* Annenizin-babanızın kızı olmaktan çok Atatürk’ün kızı mıydınız?
Kendimi bildiğimde Atatürk’le aynı evdeydim. Çok ilgi görüyordum.
Şefkat ve sevgi seli içindeydim. Atatürk’e Atatürkçüğüm diye hitap
ederdim. Ne yazık ki anılarım çok silik. Onun çalışma odasına doğru
koşuşum, kucağına alıp nasihatte bulunması, eve gelen konuklar…
* Nasıl izler kaldı o günlerden size?
Onunla olunca kendimi sağlam bir kayaya yaslanmış hissederdim. Anne-baba sevgisinin ötesinde olduğunu da itiraf etmeliyim.
* Anneniz Zübeyde Hanım’ın komşusuymuş. Bu yüzden mi Atatürk’ün manevi kızı oldunuz?
Dedesi annemi Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a emanet etmiş. Annemi
Zübeyde Hanım büyütmüş. Annem küçük bir kız çocuğu olarak Atatürk’ün
başını kaşırmış. Zübeyde Hanım’ın ölümünden sonra annem bir süre Ata’nın
kardeşi Makbule Hanım’la kalmış. Atatürk annemi Gazi Orman Çiftliği’nde
istasyon şefliği yapan Fransızca bilen Çerkez babamla evlendirmiş.
Annemin hamile olduğunu duyunca da haber göndermiş.
* Evlat mı edinmek istemiş sizi?
Hayır, yalnızca şöyle demiş: “Kız ya da erkek fark etmez bu çocuğun
adı Ülkü olacak.” Ben doğduğumda kendisi cumhurbaşkanıydı. 40 günlükken
beni kucağını alıp sevmiş. Ben 9 aylıkken ziyarete geldiğinde çiftlikte
beni görmüş. Elime saatini tutuşturmuş. Ben saati kulağıma götürüp
dinlemişim. Meraklı halim onu çok etkilemiş ve benden ayrılmak
istememiş. Herhalde babalık duyguları hissetti. Döndükten hemen sonra
gece eve araba gönderip bizi Çankaya Köşkü’ne aldırmış.
* Neler yaşadınız Atatürk’ün ölümünden sonra?
Onun koruması, onun verdiği güç her zaman benimle birlikteydi ama çok
zorluk çektim. Çünkü birden bir ilgi boşluğu oldu. Annemin, babamın
dolduramayacağı bir boşluğun içine düştüm. Üsküdar Amerikan Lisesi’ne
gönderdi ailem beni, Ata’nın istediği gibi bir eğitim almak için. Ancak
ben bunalıma girdim. İsmet Paşa da dahil olmak üzere hiç kimse
ilgilenmedi benimle. Unutuldum uzun bir süre. Bu yüzden de liseyi
bitirmeden evlendim Fethi Doğançay’la. Bu bakımdan zor bir hayatım oldu,
Ata’nın eğitim bakımından beklediklerini gerçekleştiremedim. Kendime
geldiğimde, Ata’yı anlatmayı kendime misyon olarak üstlendim. Bunu
yapmalıydım. Uzun süre kişilik bunalımı yaşadım.
* Atatürk’ün aşkları da gündemde… Zsa Zsa Gabor bile geldi diye yazanlar oldu…
Öyle. Zsa Zsa Gabor doğru değil. Birilerinin eşlerini beğenirmiş gibi
sözler de söyleniyor, onlar da doğru değil. Ama sonuçta Atatürk de bir
insandır, çapkın olabilir, zaten bekardı.
* Ya Fikriye Hanım…
Ona aşıktı. Hatırlamıyorum ama annem ve Sabiha Hanım anlatırdı.
Fikriye Hanım, Ata’nın çevresindekilerin de beğenisini alan güzel bir
kadınmış. Herkes hayranmış.
*Latife Hanım ‘first leydi’liğe daha mı uygun bulunmuş?
Şöyle anlatılmıştı bana. Zübeyde Hanım hastalandığında Ata’ya bir
mektup yazarak, evlenmesini istemiş. O sırada Latife Hanım yetiştiriliş
tarzı, ailesi bakımından beğenilmiş. Ancak görünen gibi olmamış.
* Yurtdışında okuyan Latife Hanım’ın neyi uymamış Ata’ya?
Bir kere Zübeyde Hanım bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra fikir
değiştirmiş. Ata’nın yaveriyle haber gönderip, “Sakın evlenme” demiş.
Ancak o sırada Ata’nın çevresindekiler de evlilik için bastırınca
evlilik gerçekleşmiş. Bana anlatılanlar Latife Hanım’ın hırçın, hırslı
ve şımarık olduğu. Aileden gelen bir sinir hastalığı da varmış. Ata’nın
yakın çevresindekiler onu sevmemiş. Sonuçta Ata öldükten sonra da
kendini odaya kapattı. Kimseyle görüşmedi.
* Ya Fikriye Hanım’ın ölümü?
Çok acıklı. Onunla ilgili anlatılanlardan çok etkilenirim. Fikriye
Hanım döndüğünde eve alınmamış. Bu Ata’nın onun gelişinden
habersizliğinden kaynaklanıyor. Fikriye Hanım buna çok içerlemiş. Latife
Hanım’ın, Atatürk’ün Fikriye Hanım’la ilişkisini kesmesinde büyük
etkisi var. Bana kalırsa, anlatılanlardan bildiğim Fikriye ve Ata’nın
ilişkisi gerçek bir aşktı. Fikriye’nin hastalandığı da doğrudur.
Paris’te tedavi görmüş. Keşke Fikriye Hanım’la evlenseydi.
* Safiye Ayla’nın Köşk’e gelişini hatırlıyor musunuz?
Safiye Ayla’yı özel olarak çağırırdı. Erken yattığımda, uyandırırdı
beni Ata, “Safiye Hanım geldi” derdi. O söylerdi, ben de dans ederdim.
* Safiye Ayla’nın yüzünü sakladığı, kapının, perdelerin arkasından şarkı söylediği doğru mu?
Öyle bir şey olmadı. Hatta bu dedikodu çok yayılmıştı ve Safiye Ayla,
rahmetli ölmeden önce bana “Ülkücüğüm halk beni galiba gerçekten çok
çirkin buluyor. Atatürk’ün bana bakamadığını düşünüyorlar” demişti.
* Çok içer miydi?
Annemin anlattıklarından biliyorum, harp zamanında içermiş. Sonuçta ülkeyi yönetiyor, devrimler yapıyor, çok özel bir insan Ata.
* Bu konular yeni yeni konuşuluyor. İçkisi, sigarası… Rahatsız oluyor musunuz?
Okullarda savaşları okutuyorlar ama bilmedikleri Atatürk’ün insan
yönü. Her şeyden evvel insan o. Bu yüzden de rahatsızlık duymuyorum. Çok
büyük bir asker, çok büyük bir devlet adamı, çok büyük bir devrimci.
Atatürk’ün rakısından bahsediliyor. Stresini atmak için içiyormuş,
muazzam sofraları filan anlatıyorlar. Onları hatırlıyorum o sofralar
imtihan sofrasıydı. Fikir alışverişi yapılırdı.
* Kimler davet edilirdi, siz hatırlamasanız bile mutlaka anlatılmıştır…
Annem, Sabiha Gökçen, Afet Hanım anlatırdı bana. Gazeteciler, yakın arkadaşları gelirdi.
* Atatürk yaşasaydı ne olurdu, ne yapardı?
Atatürk şimdi olsaydı zaten böyle olmazdı. Ata’nın15 yılda yaptıklarını yıllardır yapamadılar.
* Atatürk manevi kızlarının siyasete girmemesini vasiyet etmiş. Ata neden böyle olmasını istedi?
İsminden yararlanılmasını istememiş olabilir. Çok çıkarcı
olabilirdik. Ata her şeyi milletine bıraktı. 1933′te doğduğumda kanun
çıkarmış, oysa her şey kız kardeşine kalabilirdi.
Atatürk’ün İlkeleri
“Atatürk’ün İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensipleridir.
Atatürk’ün dünya görüşünü yansıtan ve 6 ok olarak da nitelendirilen bu
ilkeler bir bütündür, birbirinden ayrı düşünülemez. Atatürk ülke
yönetimindeki temel prensipleri bu 6 ilke altında toplanmıştır. Kuşkusuz
Atatürk’ün ilkeleri çok daha iyi bir Türkiye Cumhuriyeti içindir.
Cumhuriyetçilik:
Çok uluslu bir imparatorluğun savaşla yıkılmasından sonra, bir
milletin ayakta kalabilmesi için varını yoğunu vererek çalışmış ve
savaşmış olan Atatürk, ulus devlete geçiş sürecinde Türkiye’nin ulusal
kimliğini oluşturdu. Bu kimliği oluştururken, tüm vatandaşların kendi
iradesiyle ülke yönetiminde etkisi olmasını gerekli gördü, halkın
iradesini temel aldı. Hiç kuşkusuz bir ülkenin vatandaşları yönetimde
etkin olmalıydı, sesini duyurmalıydı, kul nitelikli bir yapıda değil de
yurttaş-birey olarak görülmeliydi. Atatürk bu ülkeye Cumhuriyet’i hediye
ederken, sadece halkını ve vatanını düşünmüştü.
Halkçılık:
Atatürk, Cumhuriyet ilkesiyle birlikte, sosyal hayatın içinde
bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, haklarını
arayabilmeleri için kadın-erkek, genç-yaşlı tüm halka değer veren bir
düşünce doğrultusunda Halkçılık ilkesine işaret etti. Halkçılık ilkesi
sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir
sınıfın diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demekti.
Birlik fikrinin yücelten Halkçılık ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti ulusal
bir kimlik kazandı. 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar
seçme ve seçilme hakkını aldılar, statülerinde köklü değişiklikler oldu.
Kadınları ikinci sınıf insan gören zihniyet tamamen ortadan kalktı,
kadınlar sosyal hayatta yer almaya başladı. Atatürk çeşitli ortamlarda,
Türkiye’nin gerçek yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiş ve bunu şu
şekilde ifade etmişti:
Köylü Yurdun Efendisidir.
Laiklik:
İmparatorluk döneminde yobazlar ve radikal dinciler oldukça tehlikeli
bir hal almışlar, bazı gruplar düşmanla işbirliği içine girmeye bile
çalışmıştı. Din gibi sadece Allah ve kul arasında kalması gereken ruhani
bir olguyu, devlet yönetiminde kullanmak, onu araç etmek ve küçük
düşürmek demekti. Oldukça dindar bir anne tarafından yetiştirilmiş olan
Atatürk, Laiklik ilkesiyle, yobazların ülke yönetiminde dini
kullanmasına izin vermemiş, dini korumuştu. Bu amaçla laiklik ilkesini
benimsemişti. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla dini
çirkin amaçlarına alet eden grupların etkisi azaldı.
Milliyetçilik:
Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutup, vatanı için cesurca savaşmış
olan Atatürk’ün milliyetçiliği ırkçı bir yapıda değil, yurtseverlikle
doluydu. Bugün bir bayrak altında bağımsız olarak yaşamamız, milyon
askeri komuta ederek, cephelerde kahramanca savaşarak Cumhuriyet’i kuran
Atatürk sayesindedir. Atatürk’ün milliyetçiliği tüm diğer ulusların
bağımsızlık haklarına saygılı ve sosyal içeriklidir. Yalnızca anti –
emperyalist olmayıp aynı zamanda herhangi bir sınıfın Türk toplumunu
yönetmesine de karşıdır. Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez
bir bütün olduğu ilkesine dayanmaktadır.
Devrimcilik:
Atatürk’ün ortaya koyduğu önemli ilkelerden birisi olan devrimcilik,
işlevi kalmamış, çağın gerisindeki kavramlar ve anlayışlar yerine
değişen dünyaya uygun, akılcı kavramların benimsenmesi demektir. Bu
anlamda Atatürk, geleneksel kuruluşlar yerine modern kuruluşlar inşa
etmiş, ülkenin geleceği için yeni yapılanmalara gitmiştir.
Devletçilik:
Atatürk, Türkiye’nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve
teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir.
Devletçilik ilkesini, devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin
düzenlenmesi şeklinde yorumlamış, özel sektörün girmek istemediği,
yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara
girmesi konularına da değinmiştir. Devletçilik ilkesinin uygulanmasında,
devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş,
aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.
Atatürk’ün İnkılâpları
Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı
zamanda büyük bir reformcuydu. Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir ülke
olması için eğitim, adalet, sosyal hayat ve ekonomi gibi bir ülkenin
gelişmesinde oldukça büyük önemi olan yapıtaşlarını tümden
değiştirmişti. Atatürk ülkemizin ihtiyaçlarını bilmenin yanında genç
cumhuriyetin geleceğini de düşünüyordu. Dünya değişiyordu ve ilerlemenin
yolu da değişmekten geçiyordu. Bu yüzden 1924 ile 1938 yılları
arasında, insanlarının kurtuluşu ve hayatta kalabilmesi için yaşamsal
öneme sahip olan inkılâpları hayata geçirdi. Bu inkılâplar, Türk halkı
tarafından büyük bir coşku ile karşılandı. Yaptığı değişiklikler köklü
oluşları ve eski sistemi düzenlemektense yerine yenisini getirmeleri
nedeniyle devrim olarak da nitelendirildi. Ancak, devrim, ihtilal
kavramının eş anlamlısıydı ve kanla gerçekleşen bir eylemdi. Dolayısıyla
Atatürk yaptığı değişiklikler için negatif bir kavram yerine değişim
anlamına gelen inkılâp kavramını seçti.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâplar beş ana başlık altında şu şekildeydi;
Siyasal alandaki İnkılapları
•Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
•Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
•Halifeliğin Kaldırılması ( Mart 1924)
Toplumsal alandaki Inkılâpları
•Kadınlara ve erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
•Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
•Tekkelerin, zâviyelerin ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
•Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
•Lâkapların ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
•Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerinin kabulü (1925-1931)
Hukuk alanındaki Inkılapları
•Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
Eğitim ve Kültür Alanındaki Inkılapları
•Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) (3 Mart 1924)
•Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
•Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
•Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
•Güzel sanatlarda yenilikler
Ekonomi alanındaki Inkilapları
•Aşar vergisinin kaldırılması
•Çiftçinin özendirilmesi
•Örnek çiftliklerin kurulması (Atatürk Orman Çiftliği gibi)
•Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
•I. ve II. 5 yıllık Kalkınma Planları’nın (1933-1938) uygulamaya konulması
•Anadolu’nun yeni yollarla donatılması
Dünyada Atatürk
Atatürk, Türkiye için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi
dehaydı. Ülkeyi gerçek anlamda kurtarmış, bağımsızlığını kazandırmış,
bayrağı olan özgür bir ülke olması için hayatı pahasına savaşmıştır.
Ancak Atatürk’ün büyüklüğü sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kabul
edilmiştir. Dünyanın en önemli liderleri onun dehası hakkında
açıklamalarda bulunmuş, dünya basını da Atatürk’e geniş vermiştir. Tüm
dünyanın birleştiği nokta ise Atatürk gibi insanların dünyaya çok zor
geldiği yönündedir. İlkeleri, inkılâpları, insani yönleri, kahraman
askerliği, entelektüelliği, zekası, sınır tanımayan bilgisi ve
görgüsüyle Atatürk, bizim Atatürkümüz olması dışında tüm dünyaya da mal
olmuş, sayısız lidere ilham vermiştir. Hakkında sayısız kitap yazılmış,
konferanslar ve seminerler düzenlenmiştir.
Bugüne kadar Atatürk hakkında yazılmış en kapsamlı biyografi
Kahire’deki İngiliz Büyükelçiliğinde uzun süre görev yapmış olan İngiliz
yazar ve gazeteci Lord Kinross tarafından kaleme alınmış olan,
“Atatürk, The Rebiryth of a Nation” (Ataturk, Bir Milletin Yeniden
Doğuşu)’dur. Kitabı hazırlamak için uzun süre Türkiye’de kalan ve
çalışmalarını 5 yılda tamamlayan Kinross, eseri 2 cilt halinde
hazırlamıştı.
Time dergisi Atatürk’le ilgili sayısız makale yayınlamış, ayrıca
24-mart 1923 ve 21-subat 1927 tarihlerinde Atatürk’ü kapak yapmıştır.
Atatürk bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkınmayı gerçekleştiren
ilk devlet başkanı olmuştur. Yaşasaydı kuşkusuz dünya bambaşka bir yer
olacaktı. Ancak o, arkasında çok daha iyi bir Türkiye bırakarak hayata
gözlerini yummuş, ülkemizi, bayrağımızı bize armağan edip aramızdan
ayrılmıştır.
Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını,
Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü
anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini
hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür
Türkiye’nin doğması, yeni Türkiye’nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli
bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk’ ün Türk
halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye’ de giriştiği derin ve geniş
inkılaplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile
gösteren bir örnek daha yoktur.
John F. KENNEDY – A.B.D Başkanı
Cihanı hayran bırakan bu Türk, Türkler’in göğsünü Türk olduklarından,
tarihlerinden ve dillerinden dolayı bir daha kabartmıştır ve
Türkiye’nin geleceği için, geçmiş yüzyılların toplayabildiğinden daha
fazla bir kudret toplamıştır.
General Charles Sherrill, Amerika’nın eski Ankara Büyük Elçisi
Marmara kıyısındaki sıcak, toz toprak içinde, eciş bücüş yollu ikinci
sınıf kıyı kasabası Mudanya’da, Batı ile Doğu karşı karşıya geldiler.
İsmet Paşa ile görüşecek Müttefik generallerini taşıyan İngiliz sancak
gemisi “İron Duke”nin kül rengi öldürücü kulelerine rağmen, Batılılar
buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye, ya da şartlarını
dikte etmeye değil… Bu görüşmeler, Avrupa’nın Asya üzerindeki
egemenliğinin sonucunu gösteriyor. Çünkü Mustafa Kemal, herkesin bildiği
gibi, Yunanlıları silip süpürmüştü.
Ernest Hemingway, Amerikalı Romancı – Yazar, 1922
Atatürk, şecaat ve kabiliyetin en büyük sembolüydü. O, yirminci asrın en büyük gerçeğini yaratan adamdır.
Kopenhag-Nasyonal Tidende
Dünya sahnesinden tarihin en dikkatli, çekici adamlarından biri geçti.
Atatürk’ün Özdeyişleri
Ne Mutlu Türküm Diyene!
Özgürlük ve Bağımsızlık Benim Karakterimdir.
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar,
yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim
sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan
yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.
Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda
yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet
yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç
evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz.
Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın
gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygar buluşlardan azami
derecede istifade etmek zorunludur.
Hiç bir zafer gâye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan
gâyeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vasıtadır. Gâye,
fikirdir.
Zafer, bir fikrin istihsâline (elde edilmesine) hizmeti nispetinde
kıymet (değer) ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer
pâyidar olamaz (yaşayamaz). O, boş bir gayrettir.
Her büyük meydan muhare-besinden, her büyük zaferin kazanılmasından
sonra yeni bir âlem (dünya) doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına bir
zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir fendir.
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif
değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle
karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkar
hareketlerden sakınıyoruz.
Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa
Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben
değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve
büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların
rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini
çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz,
hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken
Mustafa Kemal odur!
Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
Yurtta sulh, cihanda sulh.
Memleketin efendisi hakiki müstahsil olan köylüdür.
Doğruyu söylemekten korkmayınız.
Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim
fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu
yeterlidir.
Türkiye Cumhuriyeti mutlu, zengin ve muzaffer olacaktır.
Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.
Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.
Süngülerle, silahlarla ve kanla kazandığımız askeri zaferlerden
sonra, kültür, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaya
devam edeceğiz.
Zafer, “Zafer benimdir” diyebilenindir. Başarı ise, “Başaracağım” diye başlayarak sonunda “Başardım” diyebilenindir.
Egemenlik verilmez, alınır.
Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.
Öğretmenler: Yeni nesiller sizlerin eseri olacaktır.
Türk Milleti bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı var olmalarının yegane
koşulu olarak kabul etmiş cesur insanların torunlarıdır. Bu millet
hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.
Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz.
Milletimiz davranışlarında ve gayretlerinde sarsılmaz bir bütünlük gösterdiği için başarılı olmuştur.
Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir
millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık sayılamaz.
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük
ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir
adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her
safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete
şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi
mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir.
Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu
vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de
aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka
bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık
bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap
ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet
icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle
takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir
milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir,
taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş
müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.
Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.
Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki,
işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların
milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz
herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.
Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.
Milli mücadelelere şahsî hırs değil, milli ideal, milli onur sebep olmuştur.
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve
zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili,
dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır.
Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus
siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya
yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına
hâkim olunamaz.
Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir.
Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını
bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl
küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı
İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı
hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.
Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En
doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.
Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün icaplarını tatbik edeceğiz.
Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği
sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz,
ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış
bulunuyoruz.
Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve
yükselmektedir. Büyük Türk Milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla
arttırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu vazifemizdir.
İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir.
Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal
edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin
yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere
yükselebilsin?
Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.
Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi
basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat
yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak
pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız,
hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili
olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.
Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.
Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta
olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan
sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen
yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek
ve yaşatacak sizsiniz.
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.
Benim naçiz vücudum nasıl olsa bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacaktır.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni
takip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve
asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize
durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük
cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören
gerçek alimler çıkabilir.
Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir
terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve
yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin
açık dileğidir.
Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve
eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz
olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız
derecesiyle mütenasip bulunacaktır.
Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden,
eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını
keşfetmemiştir.
Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır.
Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk
milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün
güzellikleriyle gelişir.
Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O
halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık
olan köylüdür. Onun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iktisadi
siyaseti bu aslî gayeye erişmek maksadını güder.
Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.
Atatürk’ün Vasiyeti
Atatürk’ün 5 Eylül 1938 günü Dolmabahçe’de düzenlediği ve İstanbul 6.
Noteri İsmail Kunter’e teslim ettiği vasiyetnamesi şu şekildeydi;
Malik bulunduğum bütün nukut ve hisse senetleriyle Çankaya’daki
menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne atideki
şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:
1 – Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2 – Her seneki nemadan, bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça,
yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda bin, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e
600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki yüzer lira
verilecektir.
3 – Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4 – Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5 – İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
6 – Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumları’na tahsis edilecektir.
Atatürk’ün Aldığı Nişan, Madalya ve Madalyonlar
Nişan Ve Madalyalar
Sıra No Nişan ve Madalyanın Adı İhdas Eden Madeni Çapı Verildiği Tarih
1 5. Rütbeden Mecidi Niş. Padişah Abdülmecid Gümüş 55 25.12.1906
2 2. Rütbeden Mescidi Niş. Padişah Abdülmecid Ortası Altın 65 12.12.1916
3 1. Rütbeden Mescidi Niş. Padişah Abdülmecid Ortası Altın 65 16.12.1917
4 4. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 06.11.1912
5 3. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 01.02.1915
6 2. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 01.02.1916
7 İmtiyaz Madalyası 2. Abdülhamid Gümüş – 30.04.1915 8 İmtiyaz
Madalyası 2. Abdülhamid Altın – 23.09.1917 9 Harp Madalyası 5. Mehmed
Reşad Fakfon – 11.05.1918 10 Liyakat Madalyası 2. Abdülhamid Gümüş 25
01.09.1915 11 Liyakat Madalyası 2. Abdülhamid Altın 25 17.01.1916 12
İstiklal Madalyası T.B.M.M Prinç 35×40 21.11.1923 MADALYONLAR Sıra No
Adı ve Veriliş Nedeni Tarihi 1 1. Ordu manevra hatırası 20.08.1937 2 2.
Ordu manevra hatırası 13.10.1937 3 Ankara’ya gelişinin 18.yıl hatırası
27.12.1937 4 Müttefik ajanslar 4. Kongresi 1929 5 T.B.M.M. Rozeti – 6
Abide-i zafer hatırası 1927 7 İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaretleri
hatırası 1934
Atatürk’ün Yazdığı Kitaplar
•Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih
•Takımın Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1908)
•Cumalı Ordugâhı – Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909)
•Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911)
•Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca’dan çeviri – 1912)
•Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918)
•Nutuk (1927)
•Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (1930)
•Geometri (1937)
Atatürk’ün Kurduğu Kurumlar
Anadolu Ajansı
Ankara Hukuk Fakültesi
Ankara Orman Çiftliği
Bursa Merinos Halı Fabrikası
Çocuk Esirgeme Kurumu
Demiryolları ve Limanlar Genel Müdürlüğü
Devlet Hava Yolları
Devlet İstatistik Enstitüsü
Elektrik İşleri Etüt İdaresi
Etibank
Halkevleri
İşbankası
Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA)
Merkez Bankası
Merkez Hıfzısıha Enstitüsü
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı
Sanayi ve Maadin Bankası
Sümerbank
Türk Dil Kurumu
Türk Kuşu
Türk Tarih Kurumu
Türkiye Cumuriyeti Ziraat Bankası
Türkiye Şeker Fabrikaları
Uluslararası İzmir Fuarı
Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü
http://www.ataturk.net/kronoloji/1881.html
http://www.ataturk.com/content/view/24/43/
http://www.mkutup.gov.tr/ata-tur.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk
http://www.ataturkiye.com/icindekiler.html
http://www.meb.gov.tr/belirligunler/ataturk/ata.html
http://www.devletim.com/mustafa_kemal_ataturk.asp
http://www.mkemalataturk.com/tr/dogdu.html
http://www.ataturksitesi.com/default2.asp
http://www.onderataturk.com/olumu.html http://www.tekadamdevrimi.com/
http://www.kemalist.org/ Emre Kongar, “Devrim Tarihi ve Toplumbilim
Açısından Atatürk” Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, “ Milli Bağımsızlık ve
Çağdaşlaşma Önderi Gazi Mustafa Kemal
Şiirleri
Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karatıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karatıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?
Gençliğe Hitabe
Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin,
en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek
isteyecek, dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal
ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için,
içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu
imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal
ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş
bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın
bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları
dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin
dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet
içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini,
müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü
zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi,
vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun
kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Mustafa Kemal ATATÜRK
Sözleri
* Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.
* Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir
millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık sayılamaz.
* Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en
büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir
adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her
safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete
şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi
mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir.
Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu
vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de
aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka
bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık
bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap
ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet
icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle
takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir
milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
* Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir,
taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş
müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.
* Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.
* Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.
* Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki,
işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların
milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz
herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.
* Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.
* Milli mücadelelere şahsî hırs değil, milli ideal, milli onur sebep olmuştur.
* Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
* Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve
zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili,
dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
* Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır.
* Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus
siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya
yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına
hakim olunamaz.
* Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir.
* Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.
* Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını
bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl
küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı
İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı
hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.
* Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En
doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
* Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.
* Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün icaplarını tatbik edeceğiz.
* Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği
sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz,
ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış
bulunuyoruz.
* Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve
yükselmektedir. Büyük Türk Milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla
arttırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu vazifemizdir.
* İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan
mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim,
ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür
ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı
göklere yükselebilsin?
* Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.
* Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki
gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan
evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline
koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için
kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha
fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak
istiyorlarsa.
* Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.
* Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz,
almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan
sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen
yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek
ve yaşatacak sizsiniz.
* Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.
* Benim naçiz vücudum nasıl olsa bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacaktır.
* Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni
takip edeceksiniz… Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve
asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize
durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
* Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları
kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş
olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de
hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.
* Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir
terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve
yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin
açık dileğidir.
* Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve
eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz
olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız
derecesiyle mütenasip bulunacaktır.
* Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden,
eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını
keşfetmemiştir.
* Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır.
* Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk
milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün
güzellikleriyle gelişir.
* Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O
halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık
olan köylüdür. Onun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iktisadi
siyaseti bu aslî gayeye erişmek maksadını güder.
* Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder